Lojmanlara ölü sessizliği hâkimdi. Tek tük lambası açık olanlar da koyu karanlığın içinde sönük ateş böcekleri gibi cılız görünüyordu.
Dumlu'nun başıboş köpekleri, yol boyunca peşime takılmışlar... Hâkim tepede Paşanın konağı... Yüzelli, ikiyüz metre ileride, akşamki ışıltılı havasından uzak, sönmüş bir volkan gibi simsiyah duruyor… İçimden; "Allahü teâlâ ordumuza zeval vermesin" diyerek yoluma devam ediyorum.
Lacivert semada yıldızlar sayılacak kadar yakın gözüküyordu. Ufku küflü bakır renginde, hafif bulut kümecikleri süslüyor. İkişerli, üçerli gruplar hâlinde koşuşturan köpekler, sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi uluyorlardı.
Giriş kapısının bitişiğindeki kulübede sahipsiz bir gölge kadar sakin duran asker, beni görünce yavaşça kımıldadı; kim bilir ne zamandan beri serin rüzgârın altında, tek başına evini, sevdiklerini düşünüyor, uzakta, belirsiz karanlıklar içinde yükselen tepelere bakıyordu.
Dumlu, 51. Tümen'le meşhur olmuştu. Komutanı ise bu tepedeki köşkte istirahat ediyordu.
Yürürken geri geri dönüp bakıyorum. Köpekler hâlâ arkamdalar. Sadık dostlar; hem uluyor, hem de peşimi bırakmıyorlardı.
“Ah! Nereden musallat oldular?” diyerek içimden kızıyorsam da nafile. Ağırlaşan başımı, bir halkın bulunduğu mahallelere, bir de lojmanlara çevirip bakarken aklıma neler gelmiyor ki… Elimde olmadan dudaklarımı ısırdım. Buğulanan gözlerimi ovuşturdum. Her nedense birden moralim bozulmuş, ağır muharebeye girmiş bir asker gibi yorgun hissediyordum kendimi.
Lojmanlara ölü sessizliği hâkimdi. Tek tük lambası açık olanlar da koyu karanlığın içinde sönük ateş böcekleri gibi cılız görünüyordu.
Bir tarafta çok katlı apartmanlarda oturan okumuş, münevver görünümlü entelektüel kesim… Öte tarafta tek katlı eğreti toprak damlı evlerde oturan fakir fukara köylüler…
Bir taraf derin uykuda, diğerleri topyekûn ayakta…
Bu nasıl bir tezattı, ne işti?
“Aman Allah’ım bu nasıl olur” diye söylenerek yürüdüm. Bazı şeyleri bir türlü aklım, havsalam almıyordu.
Kafamda oluşan yığınla sorulara mantıkî cevap bulamıyordum.
Zihni karışıklıklar içinde yoluma devam ederken şanlı ecdadımızı, çok çok eskileri düşünüyorum. Dudaklarımda, nereden aklımda kalmışsa bir kıta:
Ellerin yurdunda çiçek açarken,
Bizim ile kar geliyor gardaşım.
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme?
Dar geliyor, dar geliyor gardaşım…
Hissiyatımda, duygularımda yapayalnız Dumlu sokaklarını arşınlayarak aşağı câmiye kadar geldim. Kimseler var mı diye sağa, sola, geriye bakınarak her zamanki gibi açık olan demir kapıdan gacır-gucur sesler çıkararak girdim. Avlunun lambasını yakıp son cemaat yerine geçtim.
"Arkadaşlar ve hoca efendi gelene kadar boş durmayayım" diyerek kaza namazı kılmaya başladım.
Bir günlük kaza namazı bitti, hâlâ ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Yanımda getirdiğim Kur'ân-ı kerîmi açtım, Yasîn-i şerîf, Tebâreke yani Mülk sûresini, Amme meşhur ismiyle Nebe sûresini de okudum, yine gelen giden yoktu. “Acaba yanlışlıkla erken mi geldim” diye düşünerek saatime baktım, çalışıp çalışmadığını iyice kontrol ettim. Durmamıştı. Herhangi bir terslik görünmüyordu. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...